Kürt Sinemasının Kodları ve Gerçeklikle İmtihanı – Soner Sert

Kürt Sineması’nın kodlarını, Kürt halkının geçmişi ve bugünü meydana getirdi: ‘Vatansızlık’, ‘sınır’ ve ‘ölüm’. Kürtlerin özgürlük mücadelesi ile sineması yan yana yürümeyi bilmiş ve birbirlerinden beslendi.

Kürt Sineması, varlığını parçalanmış bir vatana, vatanı parçalayan sınırlara ve bu sınırları aşmak isteyen insanların temalarını oluşturduğunu bir ulusal sinema hareketidir. Bu yaşanmışlık ve kültür biçimi Kürt Sineması’nın kodlarını ‘vatansızlık’, ‘sınır’ ve ‘ölüm’ olarak belirlemiştir.

Yaklaşık bin sene önce yazılan Kaşgarlı Mahmut’un Divan-ı Lügatit Türk isimli eserinde Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölge ‘Kürtlerin Toprağı’ olarak nitelendirilmiştir. Çeşitli aralıklarla resmi kayıtlara geçen ve son olarak Kürdi-stan (Farsça yer, yurt anlamına gelir) adını taşıyan bölge, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı yer anlamına gelmektedir. Bu bölge Lozan Antlaşması’nda Türkiye, Suriye, Irak ve İran hükümetlerinin ortak çabası ile parçalara bölünmüş ve Kürtlerin kültürel, siyasal ve sosyal hakları ellerinden alınmıştır. Bu hakları dile getiren her Kürt ya da Türk(İsmail Beşikçi örneğin), bölgedeki üniter devletlerin gazabına uğramıştır: Diyarbakır Cezaevi, Halepçe Katliamı, El- Enfal Operasyonu… Ancak bütün bu yaşananlar bir ulus sinemasının doğuşunu müjdelemiştir. Yılmaz Güney’in ‘Sürü’ ve ‘Yol’ ile çerçevesini çizdiği Kürt Sineması, belgesel ve kurmaca estetiğini harmanlamış ve özgün sinemasını kültürel kodlarını da yerleştirerek gerçekleştirmeye başlamıştır. Bugün tüm dünyada filmleri ilgi ile karşılanan Bahman Ghobadi, Hiner Saleem ve Hüseyin Karabey gibi yönetmenler Kürt Sineması’nın gerçek ile imtihanı ve evrensel kodlarını ustaca filmlerinde kullanmaktadırlar.

Türkiye Sineması kapsamında da Kürtler motif olarak folklorik özellikleri ağır basacak bir biçimde Kürt olmayan yönetmenler aracılığı ile beyazperdeye başarılı bir biçimde yansıtılmıştır: Mem ü Zin (Ümit Elçi), Güneşe Yolculuk (Yeşim Ustaoğlu), Büyük Adam Küçük Aşk (Handan İpekçi)… Şüphesiz ki bu filmlerin ortak özelliği, Kürtleri, ülkenin doğusunda yaşayan Türkler olarak da değil de Kürt olarak resmetmeleridir.

Türkiye Sineması’nda Kürt hikâyelerini konu alan filmler çeken bazı Kürt yönetmenler ise, sadece Türkiye Kürtlerinin yaşadığı sıkıntıları konu edinmiş ve tematik olarak ‘dil’ ve ‘kültür’ sorunlarını ele almışlardır. Şüphesiz ki bu filmlerde Kürt Sineması’nın içine girer fakat Kürt Sineması’nın evrensel kodlarını taşımaz.

Kürt Sineması’nın kodlarını, Kürt halkının geçmişi ve bugünü meydana getirmiştir: ‘Vatansızlık’, ‘sınır’ ve ‘ölüm’. Kürtlerin özgürlük mücadelesi ile sineması yan yana yürümeyi bilmiş ve birbirlerinden beslenmiştir. Ancak bugün dile getirilen Kürt Sineması’nın kodları, olası bir ortak vatan aşamasında ya da herhangi bir siyasal değişimde kendini değiştirebilir, yenileyebilir. Örneğin, ‘sınır’ teması ortadan kalkabilir. Değişen temaların yerine nelerin konulacağını ise ancak zaman gösterebilir.

Gerçek, hakikat ve yanılsama

Gerçeklik, ilkçağlardan itibaren filozofların düşün amaçlarından biri olmuştur. Antik çağın ilk düşünürlerinden Protagoras (M.Ö. 485-410) gerçeğin toplumlara göre değil tek tek bireylere göre değiştiğini iddia eder. Ona göre, tüm bilgilerimiz duyumdan gelir ve duyum bireye göre değişir. Bu durumu: ‘’ Her bir şey bana nasıl görünürse benim için böyledir, sana nasıl görünürse yine senin için de öyle… Üşüyen insan için rüzgâr soğuk, üşümeyen insan için soğuk değildir.’’ diyerek insanı her şeyin ölçüsü yapar. Platon (M.Ö. 429- 347) gerçekliği iki bölüme ayırır. İlk bölüm, duyular dünyasıdır. Bu dünya hakkındaki yaklaşık ve mükemmel olmayan bilgilerimizi, beş duyumuzu kullanarak edinebiliriz. Duyular dünyasındaki her şey için ‘’her şeyin değiştiği’’ ve hiçbir şeyin sonsuza dek var olmadığı gerçeği geçerlidir. Duyular dünyasındaki hiçbir şey var değildir; burada bir şey ortaya çıkar ve sonra ortadan kaybolur. İkinci bölüm idealar dünyasıdır. Aklımızı kullanarak bu dünya hakkında kesin bilgilere ulaşabiliriz. İdealar dünyası, duyularla algılanamaz. Buna karşılık idealar mutlak ve değişmezdir.

Platon’a göre anlaşılabilir dünyayı topluca kavramayı sağlayan yüce bilgi, diyalektiktir. İdealar, birbirinden ayrı gerçeklikler değil, aynı ile başkanın, bir ile çokun, son ile sonsuzun karışmasından oluşan karışımlardır. Dolayısıyla, idea ve anlaşılabilir gerçek de birer karışımdır.

Aristo (M.Ö. 384- 322) “Gerçekte var olan nedir?” sorusuna “Şu görmüş olduğumuz tek tek nesnelerdir; şu insan, şu masa, şu ağaç gibi fertlerdir. Yoksa Platon’un dediği gibi göremediğimiz idealar değildir” cevabını verir.

Platon için gerçeklik aklımızla düşündüğümüz bir şey iken, Aristo için gerçeklik duyularımızla algıladığımız bir şeydir.

Hegel ise, bilincin dünya ölçeğinde kendi kendini sınadığını ve yalın bir öznel kesinlik ile kendi kendinin nesnel bilgisine ulaştığını iddia eder.

Hakikat ise, nesnel gerçeğin düşüncedeki yansısıdır ve daha kapsayıcıdır. Hakikat gerçeğe göre, özneldir. Örneğin, ayağımıza giydiğimiz ayakkabı gerçek, ayakkabının zihnimizdeki yansısı hakikattir. Bu sebeple de özneldir. Ancak bu öznellik, gerçeğin kendisinden bağımsız değildir ama tıpa tıp aynısı da değildir. Yaklaşıktır, bu sebeple de görelidir.

Gerçeğin yanılsaması ise, gerçeğin sahne üzerindeki değişme ve yanılsama halidir.

Doku- Drama Nedir?

1895 yılında Paris’te Lumiere Kardeşler tarafından gösterimi yapılan ilk film olan ‘Trenin Gara Girişi’ bir belgesel filmdir. Bu filmden sonra yaklaşık 10-15 yıl kadarı ile ortaya çıkan filmlerin hemen hemen yüzde 80’i belgesel film özelliği taşımıştır. Çünkü gerçeğin yanılsamasını, gerçeğe sadık kalarak, belgesel türü ile ekrana yansıtmışlardır. O dönemde yapılan belgesel ve kurmaca filmlerin çoğu çekim yapılan mekânların boyutlarını seyirciye sunmuş ve o mekânın içerisinde var olan kişi ya da karakterleri ona göre resmetmişlerdir.

Profesyonel anlamda yapılan ilk belgesel film ise Robert Flaherty’nin 1920’de yaptığı ‘Kuzeyli Nanok’ isimli filmdir. Bu filmi Vertov’un ‘sinema-göz’ denemeleri takip etmiştir. Vertov ‘Drama burjuvazinin afyonudur.’ diyerek insan gözünün girdiği her yere kamerayı sokarak gerçeği olduğu gibi kaydetmeye çalışmıştır.

1940’lara gelindiğinde ise İtalyan Yeni Gerçekçilerinin mekânları olduğu gibi resmetme ve gerçeği drama yolu ile öyküleştirme çalışmaları gözümüze çarpar. İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında gerçeğin ardına düşen De Sica, Rosellini gibi İtalyan yönetmenler filmlerini dekorlarda değil, gerçek mekânlarda çekmişler ve geniş planlara bolca yer vermişlerdir.

Üçüncü Dünya Sineması, yönetmenleri de kendi ülke gerçeğini gerek kendi seyircilerine, gerek dünyaya yaymak amacıyla filmler çekmişler ve kafalarındaki meseleyi yaymak amacı ile gerçeğe olabildiğince sadık kalmışlardır. Fernando Solanas 1960’larda Arjantin’i ‘Kızgın Fırınların Saati’ ile resmetmiş, Osman Sembene ülke meselelerini tüm dünyaya duyurmuş, Yılmaz Güney, yeni-gerçekçiliği Türkiye Sineması’na uyarlamış ve özgün sinemacı kimliğini yerel motifler üzerine kurarak yaratmıştır. Üçüncü Dünya Sineması yönetmenleri, yaşadıkları coğrafyaların acılarını ve umutlarını, gerçekten ayrılmayarak resmetmiştir. Bunu, bazen belgesel bazen kurmaca film yolu ile yapmışlardır. Bu filmlerde, belgesellerin ve kurmacaların ayrılmaz olan özelliği mekânların boyutlarını göz önünde tutmaları ve kişilerini, karakterlerini bu mekânlar içerisinde resmetmeleridir.

Kültürel ve siyasi kodları

Kürtler, ilk olarak Kaşgarlı Mahmut’un Divan-i Lugatit Türk adlı eserinde (1074), kendisinin çizdiği haritada, Ard’ul Ekrad’ta yani ‘Kürtlerin Toprağı’nda yaşayan halk olarak resmedilmiştir. O tarihten sonra ilk kez 12.yüzyılda Selçuklu sultanı Sencer tarafından, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı yer (Urmiye, Siverek, Diyarbakır, Van, Musul) Kürdistan olarak dile getirilmiştir. 16. yüzyılda ise Kanuni Sultan Süleyman’ın mektuplarında Kürdistan adına rastlanmaktadır. 1893’te ise Abdülhamit’in çizdirdiği haritada da, Kürdistan ismine rastlanır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı’nda yenilmesi üzerine Wilson Prensipleri yayınlanmış ve azınlıkların kendi ülkelerini kurma haklarının tanınması üzerine maddeler ortaya çıkmıştır. Özellikle Sevr Antlaşması ile Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etme hakkı vardır. Ancak Kurtuluş Savaşı ile yenilgiye uğrayan İtilaf Devletleri, Lozan’a yenik gitmişlerdir. Suriye ve Irak ile sınırlar çizilmiş ve İran sınırı netleştirilmiştir. Kürdistan’da yaşayan Kürtler, bu dört ülke tarafından paylaşılmıştır. Atatürk, zamanla Kürtlere vadettiği özerklik sözünden vazgeçmiş ve ‘Türkiye’de doğan herkes Türk’tür.’ maddesi anayasaya eklenmiştir. Dolayısıyla dört parçaya ayrılan bir bölge oluşmuş, kimlik ve dil sorunu Kürtlerin olduğu bu dört bölgede bir savaş meselesi haline gelmiştir.

Kürt Sineması, yukarıda sayılan bütün bu nedenlerden ötürü ‘Vatansızlık’, ‘Sınır’ ve ‘Ölüm’ temaları yolu ile ortaya çıkmıştır. ‘Vatansızlık’ bir devlete olan özlemi, ‘Sınır’ parçalara ayrılmış ancak hala ekonomik ve kültürel anlamda bütünlüğünü koruyan bölgenin içinden geçen dikenli telleri, ‘Ölüm’ ise siyasi, ekonomik ve kültürel konularda hak talep edildiği anda üniter devletlerin gazabına uğrayan Kürt halkının kaderini temsil etmiştir.

“Ermenistan’da Ermeni yönetmen Amo Bek Nazaryan tarafından çekilen ve bir Kürt kadınını ele alan Zare(1926) adlı film, tarihte Kürtleri konu edinen ilk film olarak kabul edilir.” (Arslan, 2009: 5)

‘Film, Ermenistan Sinemasının kurucusu Hamo Beknazaryan tarafından filme çekilmiştir.’

‘Zare adlı film, Elegez dağı eteklerindeki Kürt köylerinde çekilmiştir. Film, Zare isimli bir Kürt genç hayatı ve sevdasını anlatır. “İki sevdalı yürek, subaşında kaynaşırlar. Temur bey aralarına fesatlık sokmak ister. Çoban Seydo’ya dadanır. Zare’den vazgeçmesi için çoban Seydo’ya baskı yapar. Seydo kızar, Temur Bey tabancasını çeker. Zare korkusuzca gelir, ortalarında durur. Temur Beyin akrabaları Zare’yi kaçırır ve düğün yaparlar. Temur bey misafirlerin önünde Zare’yi rezil rüsva eder ve hoş olmayan sözler sarf eder. Zare artık namussuzdur. Kürtlerin eski adetlerine göre Zare’nin yüzüne is sürerler. Daha sonra eşeğin sırtına bindirip köyün içinde gezdirirler. Köylüler, ‘namussuz’ gelinin yüzüne tükürür, onu lanetler, beddua ederler. Seydo’nun arkadaşları biraraya gelir, onu kaçırırlar. Ancak küçük kardeşi Xıdır, Temur beyi öldürür, Zare’yi elinden kurtarır. (Arslan, 2009: 35)

Zare’den sonra Kürt temsillerine rastlanan diğer filmler; Ermenistan’da çekilen 1933 yapımı ‘Kürt Ezidiler’ isimli kurmaca film, 1948 yılında H. Koçeryan ve Heciye Cindi adlı yazarlar tarafından kaleme alınan ve Ermenistan’ın Mirek isimli bir köyünde çekimleri yapılan ‘Sovyet Ermenistanı Kürtler’i isimli belgeseldir.  1953 yılında İtalyan yönetmen Guido Brigno tarafından yönetilen ‘Beyaz Şeytanın Oğlu İvan’ filminde Kürtler, 1800’lü yıllarda Erzurum bölgesinde Ermenilere saldıranlar olarak resmedilmiştir. 1959 yılında ise Ermeni yönetmen C.Jamharyan yönetiminde ‘Ermenistan Kürtleri’ isimli belgesel çekilmiş, Ermenistan’da yaşayan Kürtlerin son kırk yılda yaşadığı ekonomik, toplumsal ve kültürel değişimler konu alınmıştır. 1967 yılında da ‘Vahşi Kürdistan’ ve ‘Kürtlerin Saldırısı’ adlı iki film Franz Josef Gottlieb isimli Alman yönetmen tarafından filme çekilmiştir. Bu filmler Alman gezginci Karl May’in ‘Vahşi Kürdistan’a Yolculuk’ isimli kitabından uyarlanmıştır. Kürt temsillerine rastlanan diğer filmler ise Leyleğin Geciken Adımı- 1991 (Theo Angelopoulos), Rüzgâr Bizi Sürükleyecek- 1999 (Abbas Kiarostami), Kara Tahta- 2000 (Samira Malkmalbaf), Babil’in Oğlu- 2009 (Mohamed Al Daradji)’dur.

Türkiye Sineması’nda ise ilk olarak Yılmaz Güney’in 1968 yılında yönettiği ve oynadığı ‘Seyyit Han’ filminde Kürt ismine rastlanır: Keje. Günümüzde bile Kürtler bazı sinema filmlerinde ve dizilerde doğu Türk’ü olarak geçerken, o dönemde karakterin isminin Keje olarak nitelendirilmesi Yılmaz Güney’in sonraki yapımlarının da habercisi olacaktır. 1974’te yılında senaryosunu yazdığı ‘Endişe’ isimli filminde kan davasıyla başı derde giren mevsimlik tarım işçisinin karısının adı ‘Fate’dir; Cevher ve ailesi o dönemde yapılan diğer filmlere nazaran doğudan gelen Kürt olarak nitelendirilmiştir. Kamyon arkalarında kilometrelerce yolu çalışmak için gelen Kürt köylülerinin cesur bir fotoğrafını oluşturmuştur ‘Endişe’ filmi. ‘Sürü’ ise karakterlerinin ismi bir yana (Şiwan, Hamo, Berivan), dönemin yarı-feodal Kürdistan toplumuna derin bakışı ve doku- drama olan biçimsel yanı ile Kürt Sineması’nın çerçevesini çizmiştir. ‘Sürü, aslında, Kürt halkının tarihidir, ama bu filmi Kürtçe çekmem daha mümkün değildi.’’ (Arslan, 2009: 132) 1982’de yapılan ‘Yol’ filmi ise, Kürt Sineması’nın bugünkü kodlarının oturtulduğu ilk filmdir. ‘Vatansızlık’ Ömer karakterinin gittiği yeri ‘Kürdistan’ tabelası ile göstermesi ve Ömer’in toprağı görür görmez eğilerek öpmesinde karşımıza çıkar. ‘Sınır’ Ömer’in her daim aklında özgürlüğe giden at olması, mahkûm değilken at üzerinde sınır ticareti yapması, finalde hapse dönmek yerine dağlara çıkmasında belirir. ‘Ölüm’ ise Ömer’in ağabeyinin kaçakçılık sırasında(sınırlar yüzünden) ölmesi temalarında birleşmiş bir filmdir. Kürt Sineması üslubunu ve estetiğini taşıyacak bütün filmler, bu kodları takip etmiştir. ‘Dağ’ figürü Kürt Sineması’nın olmazsa olmazını oluşturur. Zira bugün benzer temaları kullanarak Kürt Sineması yapan Bahman Ghobadi, Hiner Saleem, Hüseyin Karabey, Karzan Kader isimli yönetmenlerin filminde dağ figürü bolca yer alır.

Yılmaz Güney ise, Kürt Sineması’nın çerçevesini çizerken ‘Ben kendi filmlerimi Türk filmi, kendi sinemamı da Türk Sineması olarak görmüyorum. Ben, Türkiye Sineması’nı kurmanın, oluşturmanın ilk adımlarını atıyorum. Türkiye çokuluslu bir ülkedir. Bu nedenle, sosyal çelişmeler, ulusal farklılıklar nedeniyle, Türk filmi değil, Türkiye filmi yapmak, Türk Sineması değil, Türkiye Sineması kurmak zorundayız’ (Güney, 2004: 35) demiştir. Buradan yola çıkarak şunu diyebiliriz: Yılmaz Güney’in Türkiye Kürtlerinin sorunlarını ele alırken, İran, Irak ve Suriye Kürtlerinin de benzer sorunları olduğunu (vatansızlık, sınır ve ölüm) biliyor olması, ‘Sürü’ ve ‘Yol’ filmlerindeki Kürt hikâyelerini güçlendirmiştir. “Bütün ülkelerin Kürtleri birleşin sloganı, milli kurtuluş açısından evet, tabi, özellikle Suriye, Türkiye, İran’daki ve Irak’taki Kürtlerin ulusal kurtuluş mücadelesinde şeyleri gereklidir, dayanışmaları gereklidir. Bu yapılmalıdır da. Ancak ben Kürt orijini bir insan olarak Kürt, Türk ve diğer halkların, özellikle Türkiye’de ilk başta önümüzdeki görev olarak ortak mücadelelerinden yanayım.” (Güney, 2009: 00.00: 04.00)

Yılmaz Güney’i Adana’dan beri tanıyan yakın arkadaşı şair ve oyuncu Nihat Ziyalan, O’nun ağzından ilk kez Kürt kelimesini 1968’de duyduğunu aktarır. 1968 yılı Yılmaz Güney’in ‘Seyyit Han’ı yaptığı ve oynattığı karaktere Keje ismini verdiği yıldır. Sonrasında ise Kürt kültürü, tarihi ve ekonomik sorunlarını derinlemesine gözlemiş ve Kürt ulusal sinemasının kodlarını ve temalarını çizmiştir. Bunu yaparken, İtalyan Yeni Gerçekçilerinin, Sovyet Sosyalist Gerçekçiliğinin yaptığı gibi, mekân ve birey ilişkilerini incelemiş, var olan nesnel gerçekliğin içerisine kurmaca Hamo, Şiwan, Berivan, Ömer, Seyit Ali, Mehmet isimli hayali karakterlerini yerleştirmiştir.

Günümüz temsilcileri ve gerçeklik muhasebesi

Kürt Sineması, Yılmaz Güney’den sonra uzun süre eser çıkaramamıştır. Ümit Elçi’nin 1991 yılında yaptığı Mem ü Zin ve Şahin Gök’ün 1991 yılında yaptığı Siyabend ü Xece filmleri Kürt kültürüne dair önemli öğeler taşısa da Kürt Sineması diyemeyiz. 1992 yılında sürgünde olan sanatçı Nizamettin Arıç’ın ‘Klamek Jı Bo Beko- Beko İçin Bir Türkü’ filmi, tamamı Kürtçe çekilen ilk filmdir ve yukarıda saydığımız ‘vatansızlık, sınır ve ölüm’ temalarının tamamını filme yerleştirme başarısı göstermiştir. 1996 yılında ise Reis Çelik’in ilk filmi ‘Işıklar Sönmesin’ göze çarpar. Yer yer Kürtçe diyalogların olması ve gerillanın o dönemlerde beyazperdede görünmesi açısından cesur bir film olan ‘Işıklar Sönmesin’, karakterlerin karikatürize olması ve Kürt sorununun yüzeysel olarak ele alınması bakımından sınıfta kalmıştır. 2001 yılında ise Kazım Öz’ün ilk filmi ‘Fotoğraf’ dikkate değerdir. Ancak ‘Fotoğraf’ da daha çok Türkiye Sineması kapsamı girer. Çünkü Kürt Sineması’nın kodlarından ziyade, Türkiye Sineması’nın kimlik ve savaş gibi temalarını ele almıştır.

2007 yılında Hüseyin Karabey’in yönetmenliğini yaptığı ‘Gitmek/Benim Marlon ve Brandom’ filmi ise Kürt Sineması’nın bütün kodlarına ve temalarına sahiptir. Hama Ali’nin özgür vatan için çarpışmaya girmeyi beklemesi (vatansızlık), Ayça’nın Hama Ali’ye ulaşması için Türkiye- Irak ve İran- Irak sınırlarına gidip geçememesi ve Hama Ali’nin Irak- İran sınırından geçerken öldürülmesi (sınır), Hama Ali’nin Ayça’nın yanına gitmek için sınırdan geçerken öldürülmesi (ölüm)… Ayça’nın Türkiye Kürdistan’ına girdiği andan itibaren dağ motifleri ile sarılı bir coğrafyada kendini bulması ise, filmin başka kodlarından bir tanesidir. Dağ, Kürdistan’ı temsil eder. ‘Gitmek’ doku- dramanın bütün özelliklerini taşır. Film, son ana kadar belgesel gibidir ki Hüseyin Karabey de gerçekten ölmeyen Hama Ali’yi öykü için öldürdüğünü söyler. Hüseyin Karabey, ‘Kürt Sineması, özgürlük üzerinden tartışılırsa bir mana ifade eder. Bir gün Kürtlere uygulanan baskı bittiğinde ben Kürt sinemacı olduğumu söylemeyeceğim. Onun yerine, o dönem kim baskı altındaysa onun ismini yüksek sesle belirtmeyi tercih edeceğim… Mesela ben filmlerimde, Kürtçe konuşan karakterler koyuyorum çünkü onlar Kürtçe konuşuyor yani özellikle Kürtçe konuşturtmuyorum onları. Halk neyi konuşuyorsa onu konuşturuyorum. Dizileri izliyorsunuz, Kürdistan’da geçiyor dizi, Kürt köyünde herkes çatır çatır Türkçe konuşuyor, komik bir aksanla.’’ (Karabey, 2013: 13.00- 19.00) sözleri ile Kürt Sineması’nın gerçeklik ile imtihanı hakkında kayda değer sözler etmiştir.

‘Bahoz’ filmi ile Kazım Öz, 90’lı yılların yurtsever öğrencileri üzerine bir film yapmış, ancak Kürt Sineması’nın kültürel ve sinemasal kodları yerine, politik bir öğrenci grubunun Türkiye devletinin baskıcı ve faşizan tutumuna karşı çıkan gençlerin sinemasını, Türkiye Sineması’nın ‘ötekiler’ grubu olarak çizmiştir. ‘Bahoz’ da yer yer gerçeğe sırtını dayamış, o dönem öğrencilerinin kurduğu ilişkileri, gittiği mekânları olabildiğince hakikate yakın resmetmiştir.

Özgür Doğan ve Orhan Eskiköy’ün ‘İki Dil Bir Bavul’ ve Orhan Eskiköy ile Zeynel Doğan’ın ‘Babamın Sesi’ isimli filmleri de tartıştığı dil, kültür ve devlet faşizmi açısından Türkiye Sineması kapsamına girer. Miraz Bezar’ın yönetmenliğini yaptığı ‘Mın Dit’ ise Türkiye’de çekilen tamamı Kürtçe ilk film olması, Türkiye Kürdistan’ının kanlı tarihini, 90’lı yıllardaki devlet faşizmini beyazperdeye yansıtması açısından başarılıdır. Ancak Kürt Sineması’nın ‘sınır’ olgusuna hiç değinmemesi açısından eksiklik göstermektedir. Keza Erol Mintaş da 2014 yapım ilk filmi ‘Annemin Şarkısı’ ile Doğubeyazıt’tan İstanbul’a zorunlu göç ile gelen Kürt bir ailenin hikâyesini, hemen hemen Kürtçe olarak çekmiş ancak Kürt Sineması’nın kodlarını kullanmamıştır. Kaldı ki Agos gazetesinden Lora Sarı’ya verdiği röportajda yaptığının Türkiye Sineması olduğunu söylemiştir. (Sarı, 2014: 6)

İran Kürtlerinden Bahman Ghobadi Kürt Sineması’nın uluslararası arenadaki en büyük temsilci olarak görülür. Filmlerinde ‘vatansızlık’, ‘sınır’ ve ‘ölüm’ temaları sıkça yer alır. ‘Sarhoş Atlar Zamanı’ doku-dramanın kullanımı konusunda muazzamdır. Irak Kürtlerinden ise Hiner Saleem Kürt Sineması’nın bugünkü durumu içinde bahsedilmesi gereken yönetmenlerinden biridir. ‘Sıfır Kilometre’ Cannes Film Festivali’nde Kürdistan adına yarışan ilk filmdir. Film, Kürdistan Federal Hükümeti tarafından desteklenmiştir. Saleem’in, Ghobadi’nin ve Kürt Sineması’nın hakikatten ayrı tutulması mümkün değildir. Örneğin hiç bilimkurgu Kürt filmi göremezsiniz. Çünkü Kürtler için sinema, ‘vatansızlık’ ve ‘sınır’ yüzünden çektikleri acıları (ölümleri) dünyaya duyurma maksadı taşımaktadır. Bu filmler, muhakkak gerçeğe dayanır. Sınır Ticaretleri, Dil ve Kültür, Devlet Faşizmi, Mülteci Kampları sosyal gerçeklerdir. Halepçe Katliamı, El-Enfal Operasyonu, Irak’ın İşgali, Türkçe Konuş Çok Konuş Kampanyası, PKK’nin devlet ile savaşı, Irak’taki ve Türkiye’deki mülteci kampları bu sosyal olguların pratikteki olaylarıdır.

Bahman Ghobadi, Kürtler ile sinema arasındaki ilişkiyi şu sözler ile dile getirir: “Onların tarihleri sürgün ve göç tarihidir. Sürekli hareket halinde olan insanların tarihidir. Bu anlamda, hareketin sanatı olan sinemayla ortak özellikleri vardır.” (Arslan, 2009: 137) (SS/HK)

Soner Sert-Bianet

Kaynakça

Arslan, Müjde (2009) Kürt Sineması: Yurtsuzluk, Sınır ve Ölüm, İstanbul, Agora Kitaplığı

Güney, Yılmaz (2004), İnsan, Militan ve Sanatçı Yılmaz Güney, İstanbul, Güney Yayınları

Karabey, Hüseyin (2013), Hüseyin Karabey ile Kürt Sineması, Dipnot TV,

Güney, Yılmaz (2009), Yılmaz Güney- Kürt Sorunu ve Türk Solu, Paris,

Sarı, Lora (2014), Erol Mintaş ile Agos Gazetesi için Yapılan Röportaj, 28.08.2014, İstanbul,

Soner Sert, 9 Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Film Tasarımı Bölümü’nde yüksek lisans öğrenimi yapıyor. ‘Baba’ isimli iş cinayetlerini konu alan bir kısa filmi 26. İstanbul Uluslararası Kısa Film Festivali’nde Kurmaca Dalı Jüri Özel Ödülü kazandı.

Hûn dikarin van nivîsan jî bixwînin.

Kürtler gökten mi indi (2)

Var olan bir ırkın geçmiş bir uygarlık(lar)la veya millet(ler)le bir bağ kurulmaya çalışıldığında genellikle adlarını …

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir